Akşamüstü olmak üzereydi, hani şu güneşin tam turuncu renge
boyandığı saatler. Nasıl da çık kahve iç havasıydı oysa. Şimdi ağlamak hiç de
hoş durmuyordu gözlerde. Oysa şimdi sevdiğinin gözlerinde boğulma vaktiydi. Neyse,
zaten her ayrılığın huyu değil midir vakitsizlik? Alıştım lafından nefret
ettiğim kadar alışmaktan da nefret ederdim. Ben ayrılıklara alışamazdım, ki
bence hiç kimse alışmamalıydı ayrılığa. Şimdi kötü olan her şeyden nefret etmek
istemiyordum tabi ki. Ve en güzeli çıkıp turuncu rengin büyüsünü gördüğüm tek
anı seyretmeliydim. Ne iyi gelir diye düşünmedim, iyiyi isteyen kimdi? Üşümeli miydim sahi? Nasıl cezalandırmalıydım
kendimi? Ne daha kötüye sürüklerdi şu halimi?
Elbette sigara! Koşa koşa
çıktığım evden sessizce uzaklaştım önce. Düşünmeye fırsat vermeyecektim şimdi,
ilk büfeden alacaktım sigaramı. Hem de mentollü olandan. Zaten bilmezdim başka,
elimde duruşunu severdim böyle anlarda. Üstelik pembe çakmak da alacaktım
kendime, daha ne olsundu? Sigara aldığım zamanlarda kendimden utanırdım. Büfe sahibine
arkadaşıma alıyormuş numarası yapardım çoğu zaman. Onu ilgilendiren rol burada
hangisiyse sanki, bendeki de iş işte! Sığınacak bi yer aradım, tuhaf olarak
sadece sıcaklık işine yarıyormuş gibi görünen ama tam da şu saatlerde tek
karşılığı huzur olan güneşi seyretmek için. Dalgaların kıyıya vurduğu, taşların
ıslandığı belki de martı seslerinin duyulduğu bir şehirdi ihtiyacım. Ahh!
Ankara’da deniz yoktu ki… Lanet ettim belki de ilk kez, mahrum kaldığım onca
duyguya. Bu şehre, turunculuğunu koruyamayan güneşe, mentolü gelmeyen sigaraya,
tek hamlede yanmayan çakmağa. Etrafımdaki canlı cansız her varlığa. Sadece var
oldukları için üstelik. Numara yapıyordum işte, ben güçlü falan değildim. Ben böyle
çaresiz böyle savunmasız böyle güçsüz bir kızdım… Kaçmaya çalıştım yeniden
kendimden, sadece huzur bulmaya çıkmıştım. Biraz daha yürüdüm sokaklarda,
binalara inat gözlerim güneşteydi. Belki dakikaları vardı kaybolmak için. Umurumda
bile değildi, o yokken de hüzünlenebilirdim elbette. Zaten gece değil midir
asıl hüzün kaynağı? Elbette değildir. Hüzün bende sadece onun yokluğudur. Çektiğim
acıdır. Anlatamadığımdır. Hatta korkumdan yaşayamadığım, yarımlığımdır.
Anlamsız bir
sessizlik vardı yüreğimde, onun boşluğunu mu sindirmeye çalışıyordu? Günlerce yemek
girmemiş bir mide gibiydi. Bomboş ve huzursuz. Tamam, güneş de bırakıp gitmişti beni. Ne güzel!
Eve dönmeyecektim o gitti diye. Aya ya da yıldızlara da güvenebilirdim sonuçta.
Giderse gitsin! Doğmasın hatta bir daha, hep böyle karanlık kalsın ortalık. Zaten
gitmişti o, ben karanlıkta kalmıştım. Başka insanlar da kalsın karanlıkta,
kimse gülümsemesin banane. Onun gidişi bana asilik yüklemiş, kin vermiş, nefret
aşılamıştı. Çatışmalarda kalmıştı yüreğim, bir yanım azer baba üzülmedim ki, bir yanım ebru gündeş durdurun
onsuz olamam artık! Şarkılarda medet bulamayacaktım ki, onlar bana iyi
gelmeyecekti. Kimse bana iyi gelmeyecekti. Ağlamak istiyordum, sorgusuz sualsiz
hıçkıra hıçkıra ağlamak. İçimde tutmak istemiyordum, onu dışarı çıkarmak ve
olabildiğince uzağa fırlatmak istiyordum… Fırlatabildiğim yalnızca benliğimdi,
bilmiyordum…
İnanmıyorlardı bana,
eve döndüğümde koşa koşa babamın yanına gittim. “bak baba uçabiliyorum”
pencereye yöneldim, amacım ona az önce yapabildiğim şeyi göstermekti. Ani bir
hareketle tuttu beni kucağına aldı. Sonra bağırdı, “n’apıyorsun sen!”. Babama söyler
misin anne sakin olsun. Ben uçabiliyordum neden inanmıyordu ki? Beni yere
bıraktı ve yüzüme baktı. Anlamaya çalışıyordu, sessizce oturdum sonra ellerimi
uzattım. “baba ben uçabiliyorum, az önce denedim ve oldu. Bırak da göstereyim.” Babamın yüzündeki
kızgınlık ifadesi geçti bir anda. Endişeyle bakıyordu gözlerime. Yeniden tuttu
omuzlarımdan ve sarstı beni. Kendimde olup olmadığımı ölçmeye çalışıyordu. Tamam
susacaktım tepkisi normaldi, insanlar uçamazdı ki! Anlatacaktım ona, zamanla. Beni
bıraktığında gözleri dolmuştu. Anneme döndü ve çıktı odadan. Yerde öylece oturuyordum.
Annem bomboş gözlerle bana bakıyordu, anlıyordum sormak bile istemiyordu. Kalktım
odama gittim, güneş de yoktu zaten artık. Karanlıktı gökyüzü, maviliğini
kaybetmişti. Belki de bu yüzden kızmıştı babam. Gökyüzü siyah diye korkmuştu
uçmamdan. Sabah gösterirdim, yeniden mavi olduğunda gökyüzü…
2 gün boyunca kimse
benimle konuşmadı, beni okula dahi göndermediler. Ne oluyordu Allah aşkına? Bu karantina
sebebi neydi? Üzülüyordum artık. Üstelik pencereme de kilit vurmuşlardı,
onlardan habersiz uçmayayım diye. Ama artık gökyüzü maviydi işte. Neden korkuyorlardı? Babam girdi odama, emredici bi
ses tonuyla “giyin gidiyoruz ” dedi. Sonra aynı hızla çıktı. Nereye gidiyorduk
ki? Sorgulayamamıştım. Çaresiz kalktım, giyindim. Çıktım odamdan. Yoksa uçabildiğime
inanmıştı da onu mu göstermemi isteyecekti? “baba” dedim, biraz da korkuyla. “doktora
gidiyoruz” dedi. Ne doktoru? Kim hastaydı? İkisine de baktım gayet iyi görünüyorlardı,
korkum arttı. Sormadım, belki doktor izin verirdi uçmama. Sessizce düştüm
peşlerine. Uzun bir yol gittik ve büyük bi hastaneye girdik. Hiç de bilmiyordum
burayı. Sıra bile beklemedik, doktor da bizi bekliyordu sanki. Babamla ilk göz
göze gelişleri korkumu çoğalttı. Sonra dışarda beklememi istediler, çıktım. Uzun
bir süre bekledim ve çağrıldım yeniden. Doktor da endişeyle bakıyordu yüzüme. Neler
oluyordu Allah aşkına? Soru sormadım, babama baktım. Gözleri yine yaşlıydı. Ama
sakin görünüyordu, sanki onu rahatlatan bi şeyler olmuştu. Anneme baktım,
ağlamıştı ifadesizliği kalmamıştı gözlerinde. Üstelik korkuyordu ya,
hissediyordum. Doktorun sesiyle irkildim. “gel canım, otur.” Gösterdiği yere
baktım, oturdum sessizce. Bir şeyler sormasını istiyordum, bu sessizlikte
boğuluyordum. “baban bir şeyler anlattı, sanırım bazı yeteneklerin varmış.” Ses
tonu hiç de dalga geçer gibi değildi. Heveslendim, “evet doktor bey ben
uçabiliyorum. Babam bana müsaade etseydi gösterecektim ve bu duruma hiç
gelmeyecektik. Hem neden üzülüyorlar ki, uçmak kötü bir şey mi sizce?” yüzüme
baktı doktor, derin bir nefes çekti içine gözleri yarı kapalı. “hayır güzelim
tabi ki değil, ama biliyorsun insanlar uçamaz ve böyle söylediğinde kulağa
biraz ürkütücü gelebiliyor.” Onlara kanıtlamak zorundaydım, o akşam nasıl
yapmıştım ben bilmiyor muydum sanki? “elbette insanlar uçamaz biliyorum. Ama bu
imkansız değil, bakın şimdi.” Ayağa kalktım ve koşa koşa doktorun arkasındaki
pencereye yöneldim. Açmama fırsat kalmadan tuttu belimden biri, arkamı döndüm
doktordu. Bir yandan da bağırıyordu kapıya doğru. Sonra iki adam daha girdi
içeri. Beni pencereden uzaklaştırdılar ve önce kollarımı tutup hareketlerimi
kısıtladılar. Ardından tuhaf bir gömlek geçirdiler üstüme. Babama baktım
çaresizlikle, ağlıyordu. Hem de çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra. Yine bağırdım “baba
ben uçabiliyorum, n’olur götürmesinler beni.” neden inanmıyorlardı bana??nereye
götürüyolardı? “bırakın beni” diye bağırdım. Annem neden müsaade ediyordu bu
adamlara? neden almıyordu beni ellerinden? Çaresizdim artık. Kimse yardım
edemezdi bana. Annem bile. Durmadığımı gören
iki adam bu kez de bana iğne yapmak istediler, direnmedim. Zaten güneş
de batmıştı, siyahtı gökyüzü ve o da yoktu…