10 Kasım 2014 Pazartesi

Siyah Gökyüzü

Akşamüstü olmak üzereydi, hani şu güneşin tam turuncu renge boyandığı saatler. Nasıl da çık kahve iç havasıydı oysa. Şimdi ağlamak hiç de hoş durmuyordu gözlerde. Oysa şimdi sevdiğinin gözlerinde boğulma vaktiydi. Neyse, zaten her ayrılığın huyu değil midir vakitsizlik? Alıştım lafından nefret ettiğim kadar alışmaktan da nefret ederdim. Ben ayrılıklara alışamazdım, ki bence hiç kimse alışmamalıydı ayrılığa. Şimdi kötü olan her şeyden nefret etmek istemiyordum tabi ki. Ve en güzeli çıkıp turuncu rengin büyüsünü gördüğüm tek anı seyretmeliydim. Ne iyi gelir diye düşünmedim, iyiyi isteyen kimdi?  Üşümeli miydim sahi? Nasıl cezalandırmalıydım kendimi? Ne daha kötüye sürüklerdi şu halimi?
 Elbette sigara! Koşa koşa çıktığım evden sessizce uzaklaştım önce. Düşünmeye fırsat vermeyecektim şimdi, ilk büfeden alacaktım sigaramı. Hem de mentollü olandan. Zaten bilmezdim başka, elimde duruşunu severdim böyle anlarda. Üstelik pembe çakmak da alacaktım kendime, daha ne olsundu? Sigara aldığım zamanlarda kendimden utanırdım. Büfe sahibine arkadaşıma alıyormuş numarası yapardım çoğu zaman. Onu ilgilendiren rol burada hangisiyse sanki, bendeki de iş işte! Sığınacak bi yer aradım, tuhaf olarak sadece sıcaklık işine yarıyormuş gibi görünen ama tam da şu saatlerde tek karşılığı huzur olan güneşi seyretmek için. Dalgaların kıyıya vurduğu, taşların ıslandığı belki de martı seslerinin duyulduğu bir şehirdi ihtiyacım. Ahh! Ankara’da deniz yoktu ki… Lanet ettim belki de ilk kez, mahrum kaldığım onca duyguya. Bu şehre, turunculuğunu koruyamayan güneşe, mentolü gelmeyen sigaraya, tek hamlede yanmayan çakmağa. Etrafımdaki canlı cansız her varlığa. Sadece var oldukları için üstelik. Numara yapıyordum işte, ben güçlü falan değildim. Ben böyle çaresiz böyle savunmasız böyle güçsüz bir kızdım… Kaçmaya çalıştım yeniden kendimden, sadece huzur bulmaya çıkmıştım. Biraz daha yürüdüm sokaklarda, binalara inat gözlerim güneşteydi. Belki dakikaları vardı kaybolmak için. Umurumda bile değildi, o yokken de hüzünlenebilirdim elbette. Zaten gece değil midir asıl hüzün kaynağı? Elbette değildir. Hüzün bende sadece onun yokluğudur. Çektiğim acıdır. Anlatamadığımdır. Hatta korkumdan yaşayamadığım, yarımlığımdır.
 Anlamsız bir sessizlik vardı yüreğimde, onun boşluğunu mu sindirmeye çalışıyordu? Günlerce yemek girmemiş bir mide gibiydi. Bomboş ve huzursuz.  Tamam, güneş de bırakıp gitmişti beni. Ne güzel! Eve dönmeyecektim o gitti diye. Aya ya da yıldızlara da güvenebilirdim sonuçta. Giderse gitsin! Doğmasın hatta bir daha, hep böyle karanlık kalsın ortalık. Zaten gitmişti o, ben karanlıkta kalmıştım. Başka insanlar da kalsın karanlıkta, kimse gülümsemesin banane. Onun gidişi bana asilik yüklemiş, kin vermiş, nefret aşılamıştı. Çatışmalarda kalmıştı yüreğim, bir yanım azer baba  üzülmedim ki, bir yanım ebru gündeş durdurun onsuz olamam artık! Şarkılarda medet bulamayacaktım ki, onlar bana iyi gelmeyecekti. Kimse bana iyi gelmeyecekti. Ağlamak istiyordum, sorgusuz sualsiz hıçkıra hıçkıra ağlamak. İçimde tutmak istemiyordum, onu dışarı çıkarmak ve olabildiğince uzağa fırlatmak istiyordum… Fırlatabildiğim yalnızca benliğimdi, bilmiyordum…
 İnanmıyorlardı bana, eve döndüğümde koşa koşa babamın yanına gittim. “bak baba uçabiliyorum” pencereye yöneldim, amacım ona az önce yapabildiğim şeyi göstermekti. Ani bir hareketle tuttu beni kucağına aldı. Sonra bağırdı, “n’apıyorsun sen!”. Babama söyler misin anne sakin olsun. Ben uçabiliyordum neden inanmıyordu ki? Beni yere bıraktı ve yüzüme baktı. Anlamaya çalışıyordu, sessizce oturdum sonra ellerimi uzattım. “baba ben uçabiliyorum, az önce denedim ve oldu.  Bırak da göstereyim.” Babamın yüzündeki kızgınlık ifadesi geçti bir anda. Endişeyle bakıyordu gözlerime. Yeniden tuttu omuzlarımdan ve sarstı beni. Kendimde olup olmadığımı ölçmeye çalışıyordu. Tamam susacaktım tepkisi normaldi, insanlar uçamazdı ki! Anlatacaktım ona, zamanla. Beni bıraktığında gözleri dolmuştu. Anneme döndü ve çıktı odadan. Yerde öylece oturuyordum. Annem bomboş gözlerle bana bakıyordu, anlıyordum sormak bile istemiyordu. Kalktım odama gittim, güneş de yoktu zaten artık. Karanlıktı gökyüzü, maviliğini kaybetmişti. Belki de bu yüzden kızmıştı babam. Gökyüzü siyah diye korkmuştu uçmamdan. Sabah gösterirdim, yeniden mavi olduğunda gökyüzü…

  2 gün boyunca kimse benimle konuşmadı, beni okula dahi göndermediler. Ne oluyordu Allah aşkına? Bu karantina sebebi neydi? Üzülüyordum artık. Üstelik pencereme de kilit vurmuşlardı, onlardan habersiz uçmayayım diye. Ama artık gökyüzü maviydi işte. Neden  korkuyorlardı? Babam girdi odama, emredici bi ses tonuyla “giyin gidiyoruz ” dedi. Sonra aynı hızla çıktı. Nereye gidiyorduk ki? Sorgulayamamıştım. Çaresiz kalktım, giyindim. Çıktım odamdan. Yoksa uçabildiğime inanmıştı da onu mu göstermemi isteyecekti? “baba” dedim, biraz da korkuyla. “doktora gidiyoruz” dedi. Ne doktoru? Kim hastaydı? İkisine de baktım gayet iyi görünüyorlardı, korkum arttı. Sormadım, belki doktor izin verirdi uçmama. Sessizce düştüm peşlerine. Uzun bir yol gittik ve büyük bi hastaneye girdik. Hiç de bilmiyordum burayı. Sıra bile beklemedik, doktor da bizi bekliyordu sanki. Babamla ilk göz göze gelişleri korkumu çoğalttı. Sonra dışarda beklememi istediler, çıktım. Uzun bir süre bekledim ve çağrıldım yeniden. Doktor da endişeyle bakıyordu yüzüme. Neler oluyordu Allah aşkına? Soru sormadım, babama baktım. Gözleri yine yaşlıydı. Ama sakin görünüyordu, sanki onu rahatlatan bi şeyler olmuştu. Anneme baktım, ağlamıştı ifadesizliği kalmamıştı gözlerinde. Üstelik korkuyordu ya, hissediyordum. Doktorun sesiyle irkildim. “gel canım, otur.” Gösterdiği yere baktım, oturdum sessizce. Bir şeyler sormasını istiyordum, bu sessizlikte boğuluyordum. “baban bir şeyler anlattı, sanırım bazı yeteneklerin varmış.” Ses tonu hiç de dalga geçer gibi değildi. Heveslendim, “evet doktor bey ben uçabiliyorum. Babam bana müsaade etseydi gösterecektim ve bu duruma hiç gelmeyecektik. Hem neden üzülüyorlar ki, uçmak kötü bir şey mi sizce?” yüzüme baktı doktor, derin bir nefes çekti içine gözleri yarı kapalı. “hayır güzelim tabi ki değil, ama biliyorsun insanlar uçamaz ve böyle söylediğinde kulağa biraz ürkütücü gelebiliyor.” Onlara kanıtlamak zorundaydım, o akşam nasıl yapmıştım ben bilmiyor muydum sanki? “elbette insanlar uçamaz biliyorum. Ama bu imkansız değil, bakın şimdi.” Ayağa kalktım ve koşa koşa doktorun arkasındaki pencereye yöneldim. Açmama fırsat kalmadan tuttu belimden biri, arkamı döndüm doktordu. Bir yandan da bağırıyordu kapıya doğru. Sonra iki adam daha girdi içeri. Beni pencereden uzaklaştırdılar ve önce kollarımı tutup hareketlerimi kısıtladılar. Ardından tuhaf bir gömlek geçirdiler üstüme. Babama baktım çaresizlikle, ağlıyordu. Hem de çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra. Yine bağırdım “baba ben uçabiliyorum, n’olur götürmesinler beni.” neden inanmıyorlardı bana??nereye götürüyolardı? “bırakın beni” diye bağırdım. Annem neden müsaade ediyordu bu adamlara? neden almıyordu beni ellerinden? Çaresizdim artık. Kimse yardım edemezdi bana. Annem bile. Durmadığımı gören  iki adam bu kez de bana iğne yapmak istediler, direnmedim. Zaten güneş de batmıştı, siyahtı gökyüzü ve o da yoktu…